www.google.com

bilalkayabay.blogspot.com

12 Ekim 2010 Salı

   KÖPEKLER KEDİLER İNSANLAR
            Hayvan severlerin, hayvanlara yaptığı zulmü, hiç bir hayvan canavarı yapamaz.
            Sen, zavallı hayvancığı, kopar doğal dünyasından, tutsak et kafeslere, camdan fanuslara, tak boynuna tasmayı, kişiliksizleştir, benzet kendine...
            Yetmedi, kıy hayatın özüne, kısırlaştır hayvanı... Sonra onlar adına, burnundan kıl aldırma…             
            Köpeğine saldıran başka köpeğe, daha beter saldırıp, parçalamaya kalkan kafa, nasıl bir köpek severdir. Şimdi bu taife “it” dememe de kıç atar. Bilmezler ki, it başkadır, “itlik”  başka. Anadolu’da halk, it, der ve aileden sayar.
            Bu tavır, köpek sevmek midir, içindeki hırlayıp duran “itliği” mi tatmin etmektir.
            Yoksa, bir canlıyı tasmalayıp, gönlüne göre hükmetme sapıklığını doyurmak mı ?
            Kedinin adı niçin “nankör” dür. Bunun Türkçe’si, “ekmeksiz” dir. Yani, kendine yapılan iyilik karşısında minnet duymamaktır.
            İnsanlar böyledir işte: Üç kuruşluk iyilik yapar, beş kuruşluk tapınma bekler.
             Kediler, şöyle der gibidir:
            Bakıyorsun, besliyorsun, okşuyorsun diye, her haline eyvallah demem. Basarsan kuyruğuma, çıkarır patilerimden tırnaklarımı, tırmalarım seni.
            Benim varlığıma sığınıyor, avunuyor, yalnızlığını gideriyor, mutlu oluyorsun. Sen, bana, benim sana muhtaç olduğumdan daha çok muhtaçsın.
            Beni sokağa atarsan, bir yolunu bulur, sürdürürüm yaşamımı. Belki biraz zorlanırım ama seninleyken de başka şeyler zorluyor beni.
            Sen yalnız kalırsan ne halt edersin peki. Bana mecbur olmasan, beni çekmezsin zaten.
            O nedenle, bırak bana, nankör, demeyi. Asıl nankör sensin, eey insanoğlu.
            İteklenip kakalanmadıkça, kuyruğuma basılmadıkça, ben kimseyi tırmalamam. Sen kendine bir bak hele...
            Sen, seni itip kakanları, bırak kuyruğunu, kafana basıp, gırtlağını sıkanları, baş tacı ediyor; bu soysuzluğa, insan onuruyla karşı koyan, senin için zulme başkaldıranlara düşman kesiliyor; zalimin yandaşı olarak, seni sevenlere zulmediyorsun.
            Sonra dönüp, bana, nankör, diyorsun. Nankör de, beyni kör de, gözü kör de sensin. Benim tırmık yaralarım üç beş günde kapanır.
            Senin açtığın yaralar, kapanmadı, kapanmıyor, kapanmayacak, tarihler boyu, sen bu kafada gittikçe.
            Senin yaptığın, soysuzluğun, onursuzluğun daniskası.
            Nankörmüşüm !.. Peh !..
           


28 Eylül 2010 Salı

HE GURBAN


HE GURBAN

Nevruz alevli aşkların
Yavuklular yurdunda
Sırtlanlar dünür başı
Seğmenler akbabalar
Kurtlar çalar son kavalı

On belik örgüsü kül
Perçeminde bir çift köz
Cem o'nun yanan gözleri
Aslı'ya küldeş olur
Muratsız saçı kınalı

Ay derler Dicle bulanır
Suyukuru balıklarım
Apansız yutar zokayı
Gün admı dem çeker
Kanar Fırat'ın suları

Usta'nın körüğünde
Kora keser nevruzlar
Çelikten Dahhak'ın Marı'ı
Kirveliğimiz ar eder
Sakal aşağı bıyık yukarı

Gülü har ettiler Zeynom




9 Haziran 2010 Çarşamba

YÜREK VE AKIL

                                      AKIL MI DEDİNİZ
Akıl dediğiniz nedir. Bir davranışımız birilerince alkışlanır: "Oo... Helal olsun, çok akıllı insan" .birilerince de kınanır, hatta ayıplanır: "yahu böyle de akılsızlık olmaz ki..."

Ne demiş atalarımız: "herkes kendi aklını beğenmezse çatlar ölür." öyle olunca da herkes akıllılık diye, başkalarına da kendi aklını dayatır. Ne kadar karşı koysak da, ister istemez, bizim dışımızdakilerin bize "akıl" diye gösterdikleri neyüdüğü bilinmez kavramın sarmalına dolanırız.

Ben beni bildim bileli sorgularım bunu. Bir davranışımdan ötürü, akıllı insanlardır diye bilinen koca koca insanlar tarafından "akılsızlıkla" suçlanırken; yine aynı türden başkaları tarafından, göklere çıkarıldım.

Sonra, düşünmeye başladım: "yahu bunların hepsi aklı başında saygın insanlar olarak bilinen insanlar. Birileri böyle diyor, birileri öyle. Peki, bu akıl nasıl bir şey."

"O zaman, kendi aklımı kurmalı kullanmalıyım" dedim. Dedim ama bir baktım ki, kendi aklım sandığım da biraz ondan, biraz bundan, biraz şundan. Kendi "saf" aklını kurman olanaksız. Binlerce yıldır bu iş böyle kurgulanmış. Herkes kendi aklını dayatmış ki, insanları kullanabilsinler, istedikleri gibi yönetebilsinler. İnsan ilişkilerinden tut, devlet - halk ilişkilerine, devletlerarası ilişkilere hep böyle.

İşte o zaman bu açmazdan çıkmanın bir tek yolu vardı: yüreğimin sesini" dinlemek. Bütün yanlışlarımı aklım yaptırdı. Yüreğimin sesi hiç yanıltmadı beni. Bu herkes için geçerli, farkında olmasalar da.





3 Haziran 2010 Perşembe

NAZIM BU GÜN "Merhaba Kâinat" DEDİ.

NAZIM'A DAİR


                            KOMÜNİST NAZIM HİKMET

          Gazeteciliğin şu ünlü sözünü bilirsiniz: Hani köpek insanı ısırırsa sıradandır da, insan köpeği ısırırsa haberdir.

          Yani, aç açık, yoksul baldırı çıplakların komünist olması doğaldır. Bu gün hiç de böyle olmadığını yaşayarak biliyoruz. Çünkü bu zavallıların kafası karınlarından da aç. Kafaları kendilerinden de yoksul.

         Yoksulun kurtuluşudur komünizm. Peki, paşa torunu, baştan ayağa yetenek, yaratıcı, üretken, fena halde yakışıklı birinin komünist olması, bir insanın bir köpeği ısırmasından daha çarpıcı bir durumdur.

          Komünist olmasaydı, dünyanın her türlü nimetinin en tepelerde tadının çıkara çıkara yaşayacaktı.

          Bu olanaklara sahipken, neden bir ömür kendini acılara, sürgünlere, zindanlara mahkûm etti. Evet, O, etti. O biliyordu olacakları.
         1950 Temmuz Genel Af'la salıverilmişti de Nasıl? Meclis'te yasa görüşülürken, bakın neler "havlamış" milletin vekilleri:
          Şevket MOCAN
          "Ben, komünisti, siyasi mahkûm telakki etmiyorum. Komünist bence hain-i vatandır. Hükümet, bu af kanunu ile beraber, bir satırlık "komünist hain-i vatandır; cezası idamdır" diye sarih bir kanunla buraya gelmeli idi" buyuruyor.

          Ahmet Gürkan
         "Bu uğursuz kızıl kuduz, Türk milletine hırlıyorken, onun ağzından çıkanları yalayanları, elbette tecziye edeceğiz.

          Af yasası görüşmelerinde, meclis kürsüsünden böyle uluşan itlerin yaşadığı ülkenin genelini varın düşünün.

          Amerika'da esip savuran Mc Carty fırtınasının üç beş katı burada esiyor. Herkes komünist avında.

         Peki, bu koşullarda kim komünist olmak ister... İnsanlaşma sürecini tamamlamış, yetkin, aşkın, bilinçli, yüce gönüllü, baştan ayağa sevda, yani baştan ayağa "insan" biri. İşte size Nazım.

         Anlayacağınız, bu ülkede Nazım'ın olacağı en son şeyi seçti. Komünist oldu.
         Aklından zoru mu vardı. Belki... O bir "devdir" mini minnacık dünyalara sığamaz ne ki.

         Bakü'de bir otel odasında, kendini çektiği, insanın kanını donduran, müthiş, muhteşem bir sınav vardır. Bu sınavdan başarıyla çıkar ve kararı kesindir: "Evet, bu yolda yürüyeceğim !"

          Moskova'dan, yurda dönmektedir. Ülkenin durumunu iyi bilmektedir. Mustafa Suphiler ve adı biraz sola çıkmışlara yapılanlar ortadadır.

          Otel odasında düşünür: Bana yapacakları en büyük kötülük ne olabilir, ben neye katlanamam? Organlarını birer birer gözden çıkarır. Hangisinden ederlerse beni, yaşayamam diye. En korkunç en dayanılmaz, en acı, gözlerinin oyulması gelir Nazım'a.

          Sonra kalkar, gözlerini mendiliyle sıkıca bağlar. Başlar odada dolaşıp bir şeyler yapmaya. Önce döker devirir. Yıkar yıkılır. Derken bir kaç saat sonra, devirdiklerini toplar, sağa sola çarpmadan, kör kör yaşamaya alışır. Müthiş bir zafer çığlığı atıp kararını verir. "Evet, bu yolda yürüyeceğim !"
          Bakın siz şu Komünist'e !..

          Bir de kendilerini aydın, ilerici, devrimci, demokrat sayanlara bakın. Üç paralık ün, iki paralık çıkar uğruna ne taklalar atmaktalar.

          Ağababaları, şiir öyle yazılmaz, böyle yazılır, diyor; askerler, irili ufaklı, emir-komuta zincirinde diziyorlar dizeleri. Tek tip ve bir örnek.

           Şiirin, slogan olmadığını herkesten çok Nazım bilir. Nazım bunu bilir de "mini minnacıklar", şiirin ne olmadığını nereden bilsinler. Şiiri sulandırıp bulandırıp, buğulu sözcüklerle buğulu camlara yazanların adları şaire çıktıkça, daha da anlam kazanıyor Nazım'ın Kızıllığı:

"kardeşlerim
sıska öküzün yanına koşulup
şiirlerimiz
toprağı sürebilmeli;
pirinç tarlalarında
bataklığa girebilmeli"

          Bu dizlerde, ne şairanelik, ne tumturaklı bir deyiş var. Dupduru çağlayan, insanı yakalayıp yakan yalın bir şiir var.

"Bu ne mene gidiştir ki
Taranta-Babu"

          Dediği gibi, bu ne mene gidiştir ki atın önünde et, itin önünde ot, yılanlar kışın da girmez oldu deliklerine. Bir dünya düşünün ki insanlığın ve çoğunluğun yararına, akıl almaz acılara göğüs geren, aynı çoğunluk tarafından lanetlenmektedir.

"koyun gibisin kardeşim"
"akrep gibisin kardeşim" dedirttiler sana da bu akreplerin zehri kendilerinden çok bizi öldürüyor.
           İnançlı, ödünsüz bir komünist olarak Nazım'ın davası kavgası insanlıktır. O nedenle, birilerinin neden "bizim için" yazmadı diye saldırmalarına güler geçerim.

O, üreten bütün insanların kardeşliğini, paylaşımını, yeryüzünün mutlu emekçiler cenneti olması için yazdı. Elbette gönlünün önceliği yurdundan yanaydı. Bu da son derece insanî bir haldir.

"benim orda
aslanın ağzındadır ekmek
ejderler yatar başında çeşmelerin"

        Pırıl pırıl bir söyleyiş. Komünist bir şairin sözü.

"kimi insan ezbere sayar
yıldızların adını
ben hasretlerin"

             Ne diyor türkü: "bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm"
Ölümle, yoksullukla atbaşı giden "hasretlere" neden katlandı bu adam?

           İşte yanıt:
"Ben 1923'ten beri Türkiye Komünist Partisi üyesiyim. Övündüğüm tek şey budur."
Nazım'ın övündüğü bu "tek şey" nedir:
           "Komünizm, Muhammed'in cenneti gibidir. Bütün insanlığın insanca mutlu yaşayacağı bir dünya."

           Öyle bir dünyanın yaratılması, insanlığın insanlaşma sürecini tamamlaması, gücü kadar üretip, ihtiyacı kadarına gönüllü razı olması ile olasıdır.

"insanlar için ölebileceksin
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken
hem de en güzel, en gerçekçi şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde"

Diyen Nazım bir de diyor ki:
"Sosyalizm, devirmek dağları elbirliğiyle, ama elimizin özbiçimini, özsıcaklığını yitirmeden."

2 Haziran 2010 Çarşamba

ŞİİR FETİŞİZMİ

                        
                                 ŞİİR FETİŞİZMİ

          Şiiri, ben var ediyorum. Şiir, beni var etmiyor. Ben şiir olmadan da varım. Ben var olduğum için şiir var.
         Ben, insanım !
         Kendini şiirle var edenler ya da var olduklarını sananlar, şiir adına burunlarından kıl aldırmıyor, şiiri, hangi ulaşılmaz kutsallığa yerleştireceklerin şaşırıyorlar.

        Psikolojide bunun adına ne deniyor. “Savunma Mekanizması” mı. Yani kişi kendinde olmayan ama olmasını şiddetle istediği bir takım değerleri başka şeylerden ya da kişilerden sahiplenir. Kendini onlarla özdeşleştirerek egosunu tatmin ederler.

        Şiire tapınan, onda bütün değerlerin ötesinde bir sihir vehmedenlerin çoğunun şiirinin değeri de kendinden menkul denilen türdendir.

        Aslında önemsedikleri, önemsetmeye çabaladıkları, zavallı kendileridir. Bunu doğrudan söyleyemedikleri, söyleyemeyecekleri için, şiirin arkasına saklanırlar. Arkasına saklandıkları şiir de ıkına sıkına, zorlamayla dizilmiş, dizeciklerdir. Biraz dikkatle bakılırsa arkasındaki saklanmaya çalışan o abuk sırıtık, yılışık surat görülür.

          Biraz daha dikkatle ve insafla bakılırsa ne öndekinde ne arkasındakinde insana dair bir şey olmadığı da görülür.

           İnsanın yarattığı, insana ilişkin bir üründe insanın olmayışı, içinde atan bir yüreğin bulunmayışı hangi “şiir aşkı” ile açıklanabilir.

           Sözcükler, takla atar, amuda kalkar, telde yürür, trapezci olur, buz dansı yapar, su dansı yapar, kanatlanıp uçar, yelkenli-yelkensiz deryaları geçer, daha aklınıza gelmeyecek gösteriler yapıp, bin bir kılığa girer.

           Bütün bunlar insana özgüdür, insan hüneridir. Sözcüklere bunları yaptıran da insandır.

           Bütün bu gerçekler ortadayken, insana yabancılaşmış, insansızlaşmış, söz cambazlıkları nasıl oluyor da şiir oluyor.

            Elbette bütün bu maskaralıklar şiir olmuyor. Olmuyor ama birileri illa oldurmaya çabalıyor. Hatta dayatıyor: Şiir budur, diye.

           Çünkü o güç, şiirin, insanı silkeleyip uyandırdığını iyi biliyor. İnsanın uyanmasının da soysuz-soygun düzeninin sonu olacağını biliyor.

           İşin kötü yanı, bir takım zavallıların, zavallılıklarını örtüp, kendilerini var etme adına bu ucuz oyunun figüranı olmaları. Hem öyle bir adanma ki bu, figüranlıklarını unutup “esas oğlan-esas kız” havalarına giriyorlar.

            Hangi bedeli, nasıl ödüyorlar ki; patronlar, bunları böyle önde, gündemde tutuyor. Ne kadar tutulacakları da belli değil.

             Değil, çünkü patron kullanır atar, yerine onlardan daha ateşli, gayretli satılmışlar bulur. Bulamazsa, yaratır

21 Mayıs 2010 Cuma

1864 BÜYÜK SÜRGÜN


MAYIIIS MAYIS
karanfiller kanatıldı sulara
her sabi bir karanfile sarıldı
çok az insan duydu acılarını
çığlıkları elburz'a ulaştı

mayıs zargündür bize

kırk bir kaktüs çillendi
yüzün üstünde şimdi
ölümle tıka basa
yükü sürgün bir gemi

mayıs dargündür bize

öksüz çiçek dillendi
oşhamafe'de şimdi
yüreğinden taşıyor
boğaz'dan geçen gemi

mayıs nargündür bize











29 Nisan 2010 Perşembe



YETİM ANILAR

özgürlüğü mayalamış benime
gönlünce esen yeller
her tohumu bin çiçeğe sancılı
her kuytusu bir aşk masalı gizler

türkülerim eşlik etmiş
kınalı kekliklere
dağlarında konmadığım
taş mı var

çerkes ezgisine katıp sesini
ninnilerimi bezemiş deresi
düşlerimi denizlere taşımış
kimi dalgın gizemli
kimi hırçın isyankar
sularında arınmış
duygularım bedenim

soluk soluğa mutlu
unutup değnekliğini
kaf dağı'nın ardında
şahlara kalkmış atım

bir sonsuz beyaza durmuş
buram buram yağmış sevdam
baharları sümbüllemiş
salkım salkım gönlümü

kuşları daldaşım olmuş
acıları yoldaşım
azalmış insan yanı
uzağına düşmüş yolum

dönüşlerin boynu bükük
anılarım yetim şimdi



















25 Şubat 2010 Perşembe

HİÇ BİR ŞEY BİRDENBİRE OLMAZ

                                                   SAHİ BU GÜNLERE NASIL GELİNDİ
                                                YAKINMAYA HAKKI VAR MI ASKERİN

            Bütün dünyanın saygıyla önünde eğildiği, memleketin en seven şairini, mahkemeler, hakkında suçlanacak bir şey bulmayıp, aklanacağı sırada, mareşal unvanlı - eli Kur'anlı genel kurmay başkanınca "Bir suç icat edin ve mahkum edin" emri verilmedi mi !..
            "Milletin kaderi tehlikeye düşmedikçe, harp, bir cinayettir" diyen Atatürk'e rağmen, Atatürkçü geçinerek, dünyanın öteki ucundaki Kore'de Korelileri boğazlamaya gidip, bilmem ne kadar ölü  ve bilmem ne kadar sakatla, dönülmedi mi !
             27 Mayıs'ta, vatanı, cephelere bölen, her mahallede "Küçük Amerika Yaratma" gayretiyle, soygun ve talanı sistemleştiren, bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler mantığıyla, hırsızın, soysuzun, vurguncunun destekçisi olan, kamunun arazisini, mafyaya, çapulculara dağıtan, bugün sorunlar yumağına dönüşmüş, gırtlağına kadar her anlamda bataklıkta debelenen kentler(!) oluşturan, ülkenin yarınlarına kıyanlar, bir müdahaleyle "demokrasi şehitleri rütbesine" yükseltilmedi mi !
            l2 Mart’ta “Balyoz Harekatı”yla, ülkenin yetişmiş  gerçek yurtsever, onurlu, bağımsız bir Türkiye diyen güzel çocukları akıl almaz zulümlerden geçirilip, gencecik yiğitleri alkışlarla “sallandır" ılmadı mı !..
            Atatürkçülük kimseye bırakılmazken, adı, Kalpaksız Kuvvacı'ya çıkacak kadar Atatürkçü, onurlu, namuslu, yurdunun, ulusunun tam bağımsız, mutlu yaşamasını savunan Uğur Mumcu "SAKINACLI PİYADE" yapılmadı mı !..
            İçlerinde, aşşağılık katillerin de bulunduğu pislikler, askeri ceza evlerinden, asker giysileri içinde, paşa paşa salınıp, başka cinayetlere yollanmadı mı !
            12 Eylül gibi, yalnız bu ülkenin değil, bütün bir insanlık tarihinin en utanç verici sayfası kanla, acıyla yazılmadı mı !..
            Bu utanç eylemi, sevinç çığlıklarıyla, okyanus ötesindeki efendilerine "Bizim çocuklar başardı" diye müjdelenmedi mi !..
            ABD'li patronlarına zafer çığlıkları attırırken, bütün suçu, kitap yayınlamak ve ülkesini, toplumunu insanca sevmek olan İlhan Erdost, askeri aracın içinde, ağabeyinin gözleri önünde, dipçikle öldürülmedi mi !..
            Yıllardır, ülkeyi sorunlar yumağı haline getiren, çağdışı, açmazlar belgesi olan 82 Anayasası şu garip millete yüzde doksan iki oy oranıyla dayatılmadı mı !..
28 Şubat’ta , dipsiz dayanaksız vaatlerin, tutarsız, ayakları yere basmayan kandırmaların, dinsel inançları sömürmelerin maskesi düşmek üzereyken, daha süslü bir maskeyle şeriatçılık güçlendirilmedi mi !..
            Çuvala hiç girmeyecem... Girince yalnız beynim değil, midem de alt üst oluyor, içim dışıma çıkıyor.
            27 Nisanda E Muhtıra denen trajikomik bir hamleyle takiyeci mazlumlar yaratılıp, Çankaya’nın başı bağlanmadı mı !..
            Bütün bu zulüm, çürümüş, kokuşmuş sağcı-muhafazakar düşünceyi iktidarda tutmak, pisliklerini örtmek, solu-solcuları, yani gerçek yurtseverin köklerini kurutmak, birinci vazife sayılmadı mı !.. Ülke, dincilerin, soyguncu talancıların, “devletin malı deniz, yemeyen domuz” diyen "domuzların" cennetine çevrilmedi mi !..
            Yapılan her müdahaleyle, her seferinde sağcı-bağnaz kapitalist – işbirlikçi kesimlerin değirmenine su taşınmadı mı !..
            Şimdi oyunun son perdesi mi oynanmaktadır ? Belli güçlerin TSK ile sürtüşüyor görüntüsü altında, "Cumhuriyet Ordusu"nun defteri mi dürülmek istenmektedir.
            İnsan düşünmeden edemiyor.



8 Şubat 2010 Pazartesi


BİRİ BANA ANLATSIN NASIL ANLATACAKSA                         
BU NE PERHİZ BU NE LAHANA TURŞUSU


         Soruyorlar, çok tuhafıma gidiyor: "Madem darbelere karşısınız, niyetlenenlerle ne uğraşıyorsunuz, yapanlar ortada, yapışın yakalarına.

       Anladık, biz aykırıyız, tuhafız da birileri de "çeşit" hani. Yahu, adamlar takiyyeci, numaracı, din bezirganı, anladık.

       Bunlar, eteğinin altında palazlanıp kanatlandıkları "mücahit" hocalarını sattı, gömleği çıkarıp attı, görüşlerini kararttılar tamam.

       Tamam da, varlarını yoklarını, her şeylerini borçlu oldukları cuntaya böyle bir tavır koyacak kadar da akılsız değiller.

       Bunlar, tüccar kafalı hesap adamıdır. Gününe göre, hocalarını, gömleklerini, görüşlerini sattılar. TSK içinden üç beş aklıevvel kurban bulur, birilerine, bir yerlere şirin görünür, işi bağlarlar. Yoksa veli nimetleriyle bozuşurlar mı hiç

       Hiç belli mi olur. Belki bir gün bir yanlışlık olur ; SOL TOPARLANIVERİR. Kim yetişir imdatlarına.

       Anlaşıldı mı vehbinin kerrakesi !.. Yaaa !...

       Zaten, askerlere kızgınlıkları da o yüzden. "Bizi, sizin ağa babalarınız bu günlere taşıdı. Siz nasıl o mubarek insanların izinden gitmez, bizi daha da güçlendirmezsiniz, bre zındıklar" deyip köpürüyorlar.

       Anayasa için halk oylamasına gideceklermiş. Neden ? Çünkü, söz milletindir. Cumhurun sözünün üstüne söz yoktur.

       Madem, bu söylediğiniz doğrudur, takiyye falan yok, dininiz imanınız, Muhammet hakkı için inandığınızı "ifade" ediyorsunuz. O zaman, veli nimetlerinizce hazırlanmış, pek aziz ve muhterem milletin yüz kişisinden doksan ikisi tarafından baş tacı edilmiş mevcut anayasadan ne istiyorsunuz.

      Yıllardır, abilerinizden başlayarak yola yola, yoluk tavuğu döndürdünüz zaten. Zaten bir halta benzemiyordu, iyice kendinize benzettiniz.

      Şimdi : " Cuntamızın Anayasası ile, 'cumhurumuzu' kafamıza göre becerdik, memleketi de becerecek yeni bir anayasa gerek bize" mi diyorsunuz. Mübarek olsun !..

      Biz zaten ilk günden bu güne feryatlardayız "Anayasa diye sırtımıza geçirilen bu deli gömleğini yırtın" diye. Sizin "cumhur" unuz kabul etti bu anayasayı "kahhar" bir çoğunlukla.

      Biri bana anlatsın. Belki Kasımpaşalı anlatır. Şöyle kostak bir "van minüt" çekip. Halk oylamasının anlamı ne ? ! Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu böyle.

      Bu anayasayı boza boza, "cumhurunuza" saygısızlık ettiniz. Şimdi önlerine konulan sandığı, kafanıza geçirse ve de dese ki:

      "Siz % 92 gibi "kahhar" bir çoğunlukla kabul ettiğimiz anayasamızı, ne hakla düzer, bozarsınız, hangi yüzle getirirsiniz yenisini önümüze.

       Bunlarda takiyye, bahane, ağlama, acındırma bitmez ya, ben gene de merak ediyorum: "Ne derler acaba..." diye.

      Dedim ya, ben öyle böyle değil, çok tuhafım çoook...










9 Ocak 2010 Cumartesi

YENİ YIL



YENİ YIL

eskisinden belli eski
mevsimler kana bulanmış
utanç içinde günleri
yeni diyorlar gelene
bilinmez olur mu yeni

çözülmemiş kuşaklardan
borcumuz

acı denen tefeciye
ödedikçe artıyor
arttıkça azalıyoruz

şu yamuk yuvarlağın
güneşi fırlanması
yetmiyor yılları yenilemeye
paylaşmayı bilip dönen
soylu bir dünya gözlenen

insan bilmeden kendini
zamana ne demeli