www.google.com

bilalkayabay.blogspot.com

22 Temmuz 2008 Salı

GELDİK BU GÜNE



                                      GELDİK BU GÜNE
Şiir, insan duyarlığıdır. Yoğun, derin; çoğunlukla acıtan, yaralayan, kanatan bir üst duyarlık
Şiiri, insan yaratır; odağında insan vardır. Şiiri uğraş edinmiş kişi: yani “şair”, görünen çevreyi, dünyayı, evreni, us ötesi bir algılayışa, kendi meşrebince yeniden kurgular.
Okuyucu, doyuma vardığını sanırken, açlığı, susuzluğu kırbaçlanır. Aklı karışır, sarsılır.
Değer yargıları alt üst olur. Dayanaklarının birer birer yıkıldığını; ayağının altından yerin kayıp gitmekte olduğunu duyumsar. Yeni dayanaklar, yeni sığınaklar aramaya koyulur.
Bu arayış, insanı kendine götürür. Şiir insanı kendine getiren değil; kendine götürendir.
Şiir, aklın huzur sınırlarını zorlar. Kendine yeni “huzur sınırları” arayan aklın sınırları genişler,
Her sarsılış, her yıkılış, her deprem, yeni ve yaşanacak ortamlar ararken, insan daha da bir insanlaşır, gelişir, yücelir.
Şiir, hep açtır, doyumsuzdur, yetinmesini bilmez. Her şiir talanının ardından, daha yaşanası dünyalar yaratılır; insan daha bir insan olduğunu ayrımsar
Bunca yıkıma, sarsıntıya katlanmak elbette oldukça zordur. Alışkanlıklarından, kolay kolay vazgeçemeyen insan, doğal olarak, bu sarsıntının bu yıkımın sorumlusuna yani şiire karşı elbette hoşgörülü değildir. En azından onu görmezden gelmeyi yeğler. Ne ki onun susmak gibi bir huyu hiç olmamıştır; olacağa da benzememektedir.
Ona gözünü kapatanların hiç beklenmedik bir yerde gözbebeği oluverir. Kulağını tıkayanların işittiği muştu olur. Acılarını diller, sevinçlerini çağlar, hüzünlerini çiseler. En şiir sevmez bile gün gelir, ondan medet umar. Bu nedenle de, dünyanın hiçbir yerinde, birkaç dizecik de olsa yeri ve anı geldiğinde şiir söylemeyen kimse yoktur.
Nasıl olursa olur o bir yolunu bulur, soyları sopları, ırkları, dinleri mezhepleri aşarak ; dağ- bayır, köy-şehir, insanlara, dillerince ulaşır.
Ortak ürünlerin, hangisinin hangi kavme ait olduğunu tam olarak kim söyleyebilir? Bizde söylenen bir türkünün –ki onlar has şiirlerdir- ilkin hangi dille dillendiğini kesinkes kim söyler bana?
Dilden kulağa geçerken, kulaktan dile düşerken, o kulağın, o dilin bezekleriyle bezenerek arz-ı endam edecektir. Sonra... Sonrası, herkesler kendi rengince, kendi suyunca, kendi gönlünce söyleyecektir.
Demem o ki; şiirin serüvenini insanın serüveninden ayıramazsınız. Şiiri, insan var eder; insanı da onu çevreleyen bütün ortamlar. Dünden bu güne, bu günden yarına bütün birikimleri baştan sona kültürel varsıllığı.
Evrenin, etki-tepki yasası gereği, aynı ölçekte bir etki, her değişik ortam bireylerine aynı etkiyi yapmaz. Beslenme, olgunlaşma, yetkinleşme ortamlarına göre alınan etki de verilen tepki de farklı olacaktır.
“A” ortamından beslenen birey, “Y” ortamının birikimleriyle üretmeye kalkışırsa ortaya çıkan şeyin ne olduğuna siz karar verin.
Şu bizim “şair” taifemiz bir türlü “Tanzimat Kafası”ndan kendini kurtaramadı. “Batı” karşısındaki aşağılık duygusunu yenip, kendi olamadığı için, ürettiği de kendi şiiri olamıyor.
Bir yargıda herkes hemfikir: “Şiir, çevrilemez. Ancak, çevrildiği dilde yeniden yazılır.”
Bu söze sıkı sıkıya sarılanlar bir yandan da, çeviri şiirlerle kendilerini kendilerince donatıp, “onlar” gibi şiir yazmaya uğraşıyorlar. Biz gibi şiir yazanları da şair saymazlar.
Küreselleşme yutturmacasına kendilerini öyle kaptırmışlar ki, arkada kalanın canı cıksın. Kraldan çok kralcı “şiirşörler” imiz, tutmuşlar “medya başlarını” tüm değerlerimiz ateş hattında. Ortalık toz duman. Türk şiiri çok umurlarıymış, tasalarıymış gibi öte yandan da basıyorlar feryadı “Türk Şiiri’ne ne oldu, Türk şiiri nereye?”
Türk şiirine bir şey olmadı, gittiği yerde, geldiği kadar sıkı. Elbette bunun ayrımında olanlar için. Olmayanların da zaten yarını yok.
Hani bir Âşık Ömer vardır (mış). Mîrim, köyden-kasabadan inmiş şehre, şaşırmış birdenbire. Biraz okumuş-yazmış; az biraz “aruz”a bulaşmış ya :”Karacaoğlan dediğin eski meseldir.” der. Ağam dünyaya açılmış ya .Karacoğlan, eskimiş, köhnemiştir ona göre. Sonuç?..
Bizim Oğlan gürül gürül çağlıyor da Âşık Ömer’i yazık ki, bu bildiriyi izleyenlerin içinde bile bilmeyenler vardır korkarım ki.
Bizim beyler de tutmuşlar köşeleri, kesiyorlar ahkâmlarını: “Şiir öyle değil, böyle yazılır.” Müridler tek tip saf tutmuşlar, “emir komuta zinciri” içinde şakıyorlar tek tip şiirlerini. Al birini vur ötekine. Yani değiştir imzalarını kurayla, ne şiirlerin ne şairlerin itirazı olacak. Hepsi de hepsine “cuk” oturuyor.
Ressamlar başlatmıştı önce. Atölyeler açıldı. Paralar kazanıldı, reklamlar yapıldı. Köşeler dönüldü. Bu arada ne kadar “tatminsiz” varsa –çoğunluğu “kadın”- doluştular, bu atölyelere.
Üç-beş ay-yıl... sonra sergiler açıldı. Bir biçimde bir yolla ne bileyim herhangi bir yolla “sponsor” bulundu. Özel-tüzel kurumlarda tablolar boy gösterdi. Ressamlar, para kazandı, hevesliler ortam kazandı kaybeden “resim-sanat” oldu.
İşin garabetine bakın ki bu işten en çok sızlananlar da bu ucuzluğu yaratan “ressamlar”.
Şimdi şiir adına kendilerini yetkin sayanlar ki bu zevatın şiire birazcık saygısı olsa, şiiri biraz tanısa şiiri böyle bir şeye kalkışması zaten mümkün değil. Değil de çömezleri etraflarında “hocam” diye yaltaklandıkça, orgazma ulaşıyorlar bu iğdişler.
Atölyelerde rende küştere görmüş; yontulmuş atölye ürünleri, ağa babalarının iltifatlarına mazhar olmak için tetikteler. Hele uyarına getirip, görsel-yazılı basında bir iki kez de burun gösterip, ezberletilmiş cümleleri söylediler mi tamam. Şairiniz oldu gözünüz aydın.
Yarışmalar düzenleyin, sen ben bizim oğlan, danışıklı dağıtılan ödüller... Ödülü verenler, alanlar hakkında belli yayın organlarında iki de yazı parlatırlar. O kuzucuk da şişinir gezer, ödüllü şairim diye. Bütün bunları yaparken çıkış noktaları, karşısında ezim ezim ezildikleri başka toprakların şiiridir. Bu toprağın, rengi, yüreği, nabzı atmaz dizelerinde. İşte Türk kaşığıyla batı haltı karıştırmak buna denir.
Düğüne derneğe giderken, içine sine sine, kendi, temiz giysileriyle el içine çıkmayıp, ıkına sıkıla elin emanet giysilerini taşıyanların görün hal-i pürmelalini.
Şiir denen bu belayla nasıl başa çıkılır, kendi toprağından, kendi ikliminden, kendi kültüründen beslenmemişsen. Onunla donanmamışsan nasıl savaşacaksın emanet silahlarla.
Balzak: “Şiir, zekâ ülkelerinde, uzun, üzücü yolculuklardan sonra doğan şeydir.” diyor. Peki o uzun, üzücü yolculuklara hangi donanımla çıkacaksın. Zekân, hangi ülkelerin ürünü olacak.
Amiel: “Şiir, bir kurtuluştur, çünkü, özgürlüktür.” diyor. kendi olamayan bir varlık nasıl özgür olacaktır .
Kabuğunu beğenmeyen, daha da kötüsü tanımayan “kaplumbağalar” in özgür olmak gibi bir sorunları da yok gibi sanki. Onlar birileri “şair” desin, yabancı efendileri sırtlarını sıvazlasın yeter.
Gene de benim onlara bir çağrım olsun: “Sevgili tosbağalarım, dönün kabuğunuza. Sırtınızda kabuğunuz olmadan, “evrensel” olamazsınız. Bilmez misiniz ki, yerel olamayan, ulusal; ulusal olamayan, evrensel olamaz.
Arthur Haulot: “Şair olmak isteyen bir insanın, her şeyden önce, kendisini öğrenmesi gerekir.” diyor. Peki, insanın kendini öğrenmesi ne demektir ve kendini nasıl öğrenecektir ?
Evrenin bilmem kaç milyar yıllık serüvenini, evrimini dönüşümünü, gelişimini, bu değişim içinde “insanın” evrimi olabildiğince bilmek, tanımak, örenmek; her iklimin, her coğrafyanın kendi insanını – ve bütün öteki canlıları- nasıl biçimlendirdiğini, nasıl yarattığını öğrenmesi, bilmesi, tanımasıyla anlamını taşımaz mı, “insanın kendini öğrenmesi.
İnsanın kendini tanımadan yazdığı şiir nasıl şiirdir, o zaman. Söyleyeyim: “Siklonlu Şiir”
Silikonlu şiir nasıl olur: Silikonlu şiir, silikonlu kadın gibi olur. Sahi, söz buraya gelmişken, şiiri, benzetmek gerekirse en çok kadına benzer. Bu sözlerin açımlanmasının, açıklanmasının gerekli olduğunu düşünmüyorum.
Dağ çiçekleri, salonların hormonlu çiçeklerinin görünümüyle boy ölçüşemez belki de; hormonlular da dağ çiçeklerinin, doğal güzelliğini, esriten büyüsünü barındıramaz.
Toplumsal yabancılaşmanın, yani yozlaşmanın, çürüyüp dökülmenin, çıldırdığı bir zaman diliminde bir ortamda, şiir yazmaya soyunmak, akla ziyan bir iş.
Şiir, dil ürünüdür. Dilin –Türkçe- sokaklardan bile kovulduğu, yazıl-görsel medyada gün yirmi dört saat ırzına geçildiği, bir ülkede, şair olmak; imgenin kelle avcılığıyla kotarılacak iş değildir. Bu bir onur, haysiyet sorunudur. Bir varlık ancak diliyle vardır. Elbette dili burada en geniş anlamıyla kullanıyorum.
Şiir, bir dilin en büyük gücüdür. Bu dilin, ninnilerini, tekerlemelerini, bilmecelerini, söylencelerini, masallarını, halk hikâyelerini, ağıtlarını, deyimlerini, terimlerini, atasözlerini, halk deyişlerini, türkülerini, destanlarını, ilahilerini, demelerini, nefeslerini, koşmalarını, taşlamalarını, koçaklamalarını, güzellemelerini, mânilerini, bozlaklarını, hoyratlarını, Arguvan Ağzını, Eğin Türkülerini, vesairelerini bilmeden; bu dilin işçileri emekçiler, kuyumcuları olan, halk ozanlarını, şairlerini, Arzu’sunu Kamber’ini; Aslı’sını Keremini ve daha nelerini nelerini tanımadan; Bayramını nasıl yapar, düğününde nasıl oynar, ölüsüne nasıl ağları anlamadan, şairlik etmeye kalkışırsanız, elbette bu soruyu çok sorarsınız: “Türk şiiri nerede ?” Sorarsınız da bir bölüğünü saydığım bu temel özellikleri kavramadan yanıtını bulamazsınız.
Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, geçmişinizde bir “Divan Edebiyatı” var. Çok yaygın bir coğrafyaya yayılmış, Halk Edebiyatı, Tekke-Tasavvuf Edebiyatı var. Beğenmezsiniz eyvallah ama bilmek, öğrenmek, tanımak zorundasınız. Bu dille şiir yazıyorsanız.
İnsanlığın geçmişini, hele hele Anadolu’nun yüzyıllardır iç içe geçerek, renklenerek, çoğalarak akıp gelen yaşamlarını öğrenmek, bilmek, tanımak, özümsemek zorundasınız.
Bu temel kaynaktan beslenerek, evrensele varabilirsiniz ancak. Yoksa kabuğunu horlayan tosbağadan farkınız olmaz.
Bakın, Nazım Hikmet, sosyalizm konusunda bile ne diyor: “ Sosyalizm, devirmek dağları elbirliğiyle ama elimizin biçimini, öz sıcaklığını yitirmeden.”
Sıkıştıklarında sarıldıkları bir söze de bir çift sözüm olsun. Bir Fransız’dan anlamadan aşırıp sarıldıklar silah: “Şiir, sözcüklerle yazılır.” Hiç itirazımız yok. Sözcükler, bir dilin yapı taşlarıdır. İyi de be kardeşim, bilmediğin dilin gereçlerini nasıl kullanacaksın. Bu bir zavallılık mıdır, kurnazlık mı anlamadım. Anlatana da rastlamadım, diyenler arasında.
Şiir, uykularıma devrilip, gözbebeklerime, kirpiklerini saplayan çam ağacı;
Duygu-düşünce tarlalarının derinlerinden, taşıdığı şeylerle, haritamı değiştiren; arada bir baş gösterip, derinliklere kaçan köstebek;
Açtığı yarayı kendi saran iç kemirgen;
Bin bir renkli bir kanama, zaman mekân tanımayan;
Alınamaz atılamaz bakire fahişe canan;
Ha deyince binilemez, gemlenemez, yelesi boynuma kement bir kısrak;
Gözleri cinrenk kedi; beynimde mırıl mırıl, koynumda yumuşak sıcak, ansızın tırmalayan;
Dilli dibek bir bebek, anda dört mevsim çocuk, ele avuca sığmayan;
Sonsuz bir satranç oyunu, fili-atı, şahı- matı olmayan;
Bir, ak zehir, “pan” ını da yaratan.
Bu haydutun karşısında tek silahımız “dil” dir.
Böyle bir gerçeklikle nasıl uğraşılır, nasıl başa çıkılır bilemem ama; nasıl olamayacağını, bir halk sözüne ve sizin affınıza sığınarak söyleyeyim:
“ El sikiyle gerdeğe girilmez.”
ARTHUR HAULOT’nun sözleriyle bitirelim sözü:
“ Yaratılışı gereği, anlaşılmaz şiirler yazan söz cambazı şairler yanında; yalın, kardeşçe bir söyleyişle, yalnız bir seçkinler çölüne değil; insana seslenen şairlerin çoğalma zamanı gelmiştir artık.”
Şiir tadında yarınlar dileği ve saygıyla..


Bilal KAYABAY