YILMAZLAR BULUŞMASI
Beş yıllık avcuna sıkıştırılmış kâğıt
beşlikle fırladı şahbazca. Beşlik, hani şu Ispartalı gül devşiren kızın
fotoğrafı olan banknot. Sofra bezi orta yere serildi, ekmek torbası boş
çıkınca, ana: “Ne ara yiyip yuttunuz onca ekmeği” diye söylenirken, baba,
şalvarın cebinin derinliklerinde zorla yakaladığı beşliği uzatıp: “Yılmaz, al
şu beşliği beş ekmek kap da gel yiğidim” diye parayı uzattı.
Yılmaz, dilinde bir türkü sallanırken,
baba yalandan çıkıştı: “ Kopsana lan daha burada mısın, ben de gittin geldin
sanıyom."
Beşikte
yatana dönüp "Güney, oğlum bu abin uyuşuk mu ne, kalk sen git
bakkala" diye seslendi gülerek.
Yılmaz bu kez sahiden koptu… Mermi gibi
sokağa düştü.
Köşeyi döndü, dünyayı unuttu. Ne ekmek
ne aş. Ne evde bekleyenler, ne de cebe indireceği para üstü…
Sokakta bir impala… Kırmızısı Adana
güneşinde yaldır yaldır… “Anaa” sını çeke çeke, otomobilin çevresinde dönmeye
başladı. Sürücü kapısının camında gördüğü, arabayı da unutturdu. Ağzı açık,
gözleri sevgi, tapınma dolu kalakaldı…
Parmaklarının ucuyla yokladı, okşadı,
sevdi… Aklından geçeni gerçekleştiremedi: Fotoğraf iç taraftaydı.
Evdekiler, o çok önemli konuya
bulaşmışlardı. Zamanı da oğlanı da unutmuş, birbirlerinin ağzından lafları kapa
kapa konuşuyorlardı. Komşu kadının, çatkapı girip: “E bre daha sofra orta mı?”
dediğinde, geri
döndüler zamana. Baba kapıya çıkıp, “Yılmaaaz !” diye öyle bir çığırdı ki,
Yılmaz da döndü dünyaya. Bir iki adım geriledi bütün gücüyle
zıpladı... bir daha bir daha…
Kıçının
üstüne düşse de sonunda becermişti. Lastik bir top gibi hoplayıp kalktı,
kıçındaki tozları silkelerken adını övünerek taşıdığı Yılmaz Güney'i öpmenin
gururuyla ekmekleri kapmasıyla eve varması bir oldu.
Evdekilere, sonra da mahallenin tekmil çocuklarına anlatılacak çok şeyi vardı.